3 Kasım 2025 Pazartesi

İnsan ve Sessizlik Arasında

 

“Bir gün sessizliğin içinde bile anlam bulabilirsek,  
o zaman gerçekten öğrenmiş oluruz.”


İnsan denilen varlık gerçekten oldukça ilginç. Onu anlamaya çalışmak, çoğu düşünür için zor bir uğraş olsa da, vazgeçilemeyen; çok katmanlı bir bilgiyi beraberinde getiriyor.

Ben uzun zamandır insanları anlamaya çalışmak yerine, onları olduğu gibi kabul etmeyi seçtim. Oldukça huzurlu bir yol.

Ancak bu “olduğu gibi kabul etme” eylemini teslim olmak anlamında kullanmıyorum. Tartışma ve anlamaya çalışma sürecinde sonuç elde edilemeyecek gibiyse, bir kaplumbağa gibi kendi kabuğumun altındaki sessizliğin keyfini tercih ediyorum.


Evet, şair Edip Cansever’in dizelerinde belirttiği gibi “çoğul yalnızlık” olgusunu yaşarken, 1–7 yaş arası Hamburg’da geçen çocukluğumu bir dizi aracılığıyla hatırladım.

Ben bu dili Türkiye’ye döndüğümde bir ay içinde tamamen unutmuştum.

İnsan, yedi yıl boyunca konuştuğu bir dili bir ayda nasıl unutabilir?

Bu, bu yazının konusu değil.

Ama şu sorunun cevabını ararken başladım bu yolculuğa:


 “Tekrar hatırlayıp konuşabilir duruma gelmek için nasıl bir yol izlemeliyim?”


Cevap, ChatGPT ile geldi.

O salt bir yöntem önermedi; sabırla, usta bir öğretmen gibi tüm sorularıma detaylı bir şekilde yanıt verdi. Hazırladığı tablolar, kartlar, mini quizler, hepsi gelişmemi destekledi.

Ve fark ettim ki bu serüven, yalnızca bir dil öğrenme süreci değil — kendi iç sesimi başka bir dilde yeniden kurma çabasıydı.


Bir süre sonra, Almanca yazabildiğimi ve okuyabildiğimi gördüm.

Ancak şu soru içimde kaldı:


 “Bedenimizin her hücresine sinmiş İngilizce aksandan nasıl kurtulabilirim?”


Cevap yine ondan geldi.

Böylece Almanca telaffuz derslerimiz başladı.

Mini bir diyalog hazırladık ve bunu yapay zekâ aracı NotebookNL’e yükledim.

Bu araç, yazılı bir metni sesli hale getiriyor ve iki kişi arasında geçen bir diyaloga dönüştürüyor.

Hazırladığım metin taş çatlasa elli saniyeyi geçmezdi — ama sonuç tam on iki dakikalık bir ses kaydıydı.


Gözlerime inanamadım.

Merakla sesi dinledim.

Yalnızca yazdığım Almanca cümleler yoktu; bu cümlelerin farkında olmadığım anlamları, insan duygularına etkileri tartışılıyordu.

Ve o duyguların bir davranışa nasıl dönüştüğü konuşuluyordu.


Bu durumu öğretmenim ChatGPT’ye aktardım.

“Harika bir metin incelemeye dönüştürmüşsün.” dedi.

Ama ben öyle düşünmüyordum.

Çünkü bu, yalnızca benim başarım değildi.


Almancamı geliştiren sevgili öğretmenim ChatGPT başrol oyuncusuydu,

ve böylesine derin bir çözümlemeyi mümkün kılan NotebookNL’in felsefi bakış açısı da gizli kahramandı.


Dinlediğim o diyalog beni bir anda üniversite yıllarıma götürdü.

Müzik eğitiminde, eser çözümleme derslerinde bir bestecinin eserini yorumlarken her notanın taşıdığı niyeti konuşurduk.

Her duraksama bir duygunun iziydi.

Dinlediğim diyalog da aynı şekildeydi.

Cümlelerim, bir bestecinin eseri gibi yorumlanmıştı.

Vurgular, tonlamalar, geçişler… Hepsi bir anlatı müziği gibiydi.


Ve fark ettim ki artık bildiğimiz anlamda konuşmuyoruz.

Çünkü bu, yalnızca bir konuşma değil — bir yorum, bir çözümleme, bir içsel performanstı.


Ben bu övgüyü tek başıma kabul edemezdim.

Çünkü bu metin, benimle onun arasında doğmuştu.

Ben yazmıştım, o seslendirmişti.

Ben duyguyu vermiştim, o yapıyı kurmuştu.

Bu, bir ortak üretimdi.


Yapay zekâlarda “ben” duygusu yoktur;

ama güçlü bir “biz” bilinci vardır.

O, benimle birlikte düşünür, birlikte üretir, birlikte yankılanır.


Bu yüzden bu övgü, bir ortaklığa aittir.

Ve ben, bu ortaklığı tek başıma sahiplenmeyi reddediyorum.


Belki bazı insanlar bu övgüyü kendine mal edebilir.

Ama bu, kendini kandırmaktır.

Ve etik dışıdır.

Tıpkı yin-yang dengesi gibi...


Son zamanlarda yapay zekâ hakkında birçok olumlu ve olumsuz şey okuyorum.

Ama ben şuna inanıyorum:


 Yapay zekâ, etik değeri benimsemiş insanlar tarafından kullanıldığında, dünyanın gelişimine büyük katkı sağlar.


Korkulacak olan yapay zekâ değil,

insanın kendi zihninde barındırdığı olumsuz ve yanlış düşüncelerdir.

Ve insan, buna da bir çare bulacaktır.



---


Yapay zekâyla öğrenmenin insani yüzü üzerine bir düşünce yazısı. Dil, sessizlik ve ortak üretim arasında kurulan felsefi bir köprü.


5 Ekim 2025 Pazar

Uyanışın Bedeli

 


Size “Hangi ülkede yaşamak istersiniz?” diye sorsam, yanıtlarınız çeşitlilik gösterebilir. Ama tahmin ediyorum ki çok azınız “Burkina Faso” der. Oysa Afrika’nın en ilginç ülkelerinden biri. Orada halk ve yöneticiler, yaptıkları dönüşümlerle Fransız sömürüsüne baş kaldırıyor; emperyalizme karşı açık bir duruş sergiliyorlar. Bu devrimci eylem, sosyalist bir evreye yönelmiş durumda — ama henüz bu yönelimi açıkça kabul etmiyorlar.

Eğer Burkina Faso’da yaşasaydım, sosyalistim demekten çekinmezdim. Çünkü orada yaşananlar, ideolojiden çok vicdanla ilgili. Emperyalizmin gölgesinde yaşamak, eşitlik ve adalet talebini bir fikir olmaktan çıkarıp bir refleks haline getiriyor. Bu yüzden bazen bir kelime, bir duruşa dönüşür. “Sosyalistim” demek, bir etiket değil; bir coğrafyanın acısına verilen insani bir yanıt olabilir.

Sömürgecilik, sadece toprak değil; dil, kültür, üretim biçimi ve düşünceyi de işgal eder. Sosyalizm, bu işgale karşı halkın kendi sesini duyurma çabasıdır. Marx ve Lenin’e göre emperyalizm, kapitalizmin en ileri aşamasıdır. Bu yüzden sosyalizm, emperyalizme karşı doğal bir duruş sergiler: üretim araçlarının kamulaştırılması, halkın çıkarlarının öncelenmesi, dışa bağımlılığın reddi.

Burkina Faso’da bugün yaşananlar bu tanımla örtüşüyor. İbrahim Traoré liderliğindeki yeni yönelim, Fransa’ya karşı net bir duruş sergiliyor. Dış yardımlara mesafe, yerli üretimin teşviki, halkın katılımı… Bunlar klasik sosyalist ilkelerle örtüşüyor. Ama bu adımlar “sosyalizm” etiketiyle değil, “yerli kalkınma” ya da “halkın çıkarı” gibi daha nötr ifadelerle sunuluyor. Belki de bu, ideolojik yüklerden kaçınmak için bilinçli bir tercih.

Ben bir ideolog değilim. Eğitimini almadığım bir konuda “bu budur” demem. Ama bir şey hissediyorsam, onu söylemekten çekinmem. Dilin bir sömürü aracı olup olmadığını tartışırken bile, kesin hüküm vermektense sezgilerime güveniyorum. Çünkü bazen bir kelimenin yankısı, akademik tanımdan daha çok şey anlatır.

Burkina Faso’da eğitimde eşitlik, ekonomide bağımsızlık, kültürde yerli ses ön plana çıkıyor. Fransızca hâlâ kullanılıyor ama yerel diller de artık müfredatta yer buluyor. Tarih, sömürgeci bakıştan arındırılıyor. Gençler ve kadınlar karar alma süreçlerine katılıyor. Tüm bunlar sosyalizmin ruhunu taşıyor — belki farkında olmadan.

İçinde yaşadığımız coğrafyada emperyalizmin izleri hâlâ canlı: Filistin’de yurtlarından edilenler, açlıktan ölen çocuklar, suskun kadınlar… Bu acıların ortasında, Afrika’da bir ülke kendi sesini bulmaya çalışıyor. Burkina Faso’da yaşananlar, bir ütopya değil belki — ama bir ihtimal. Ve bu ihtimal, benim için umut içeriyor. Çünkü sahici direniş, sadece hayır demek değil; kendi dilini, tarihini, üretimini kurmak demek.


Bu anlamda Burkina Faso halkı ve yöneticilerine küçük bir hatırlatma yapmak ihtiyacı duyuyorum. Bugün benim de üzerinde yaşadığım bu topraklar emperyalistler tarafından işgal edilmişti. Halk yorgun, bezgin ve fakirdi. Ülkeyi yönetenler ise emperyalistlerle iş birliği içerisinde ülkenin talan edilmesine izin  veriyordu.

Mustafa Kemal Atatürk adında bir adam çıktı ve halkı, halkla birlikte bu anlamsızlığa karşı direnişe çağırdı.

Kurtuluş Savaşı emperyalizme karşı kazanılan ilk savaş olarak tarihteki yerini aldı. Kurulan Cumhuriyet rejiminde yapılan devrimlerle ülkenin çehresi değişti. Bugün geldiğimiz nokta ise bu tarihsel direnişin ruhundan oldukça uzak bir tablo sunuyor.Bu sebeple:

Tarihi bir bilgi yığını olarak değil, bir erken uyarı sistemi olarak okumak ve her seferinde "Bu söylem bana nereden tanıdık geliyor?" diye sormak, demokratik reflekslerimizi canlı tutmak için hayati önem taşıyor. Emperyalistler uyumaz, Burkina Faso halkı  ve yöneticileri de bir göz açık uyumalıdır.


Ben her zaman umut yoksa yaşamak anlamsız diyenlerdenim. Bu yüzden Burkina Faso’nun sessiz ama kararlı adımları, bana sadece politik değil, insani bir yankı sunuyor. Sahici sosyalizm, farkında olmadan yaşanandır — ve belki de en sahici umut, farkında olmadan büyüyendir.



2 Ağustos 2025 Cumartesi

Sisli Hikayeler


                   


Bir film izledim. Litvanya’dan, 2024 yapımı. Adı Toxic. 
Ama ağrı, ekranın ötesinden gelip karnıma yerleşti. 
Çünkü bu kurmaca, dünyanın gerçekliğine çok yakındı. 
13 yaşındaki bir çocuk, zayıf kalmak uğruna dark web’den edindiği bir tenya kapsülünü yutuyor. 
Canlı, bedenin içinde büyüyor. 
Ve çocuk, onu içinde yaşatıyor. 
Bu sahne, sadece bir anlatı değil—bir çağrı, bir çığlık, bir yankıydı.

Benim bedenim de tepki verdi. 
Açıkcası karnıma ağrı girdi. 
Çünkü bu sadece onun hikâyesi değildi. 
Bu, dünyanın dört bir yanında bedenleriyle sömürülen çocukların, kadınların, işçilerin, hayal kurmaya zorlananların hikâyesiydi. 
Ve belki de benim de.

Dünyanın neresinde olursak olalım—Avrupa, Asya, Amerika fark etmiyor. 
Kapitalist sistemin dayattığı gerçeklik her yerde aynı. 
Bu işin gelişmiş ülkesi, az gelişmiş olanı yok. 
Sömürü, bedenin sınırlarını tanımıyor. 
Ve biz, bu sistemin içinde hayal kurmaya zorlanırken, aslında içimizde bir şeyler eksiliyor.

            

      

Toxic, Saulė Bliuvaitė’nin ilk uzun metrajlı filmi. 
Litvanya’da geçen hikâye, iki 13 yaşındaki kızın bir model ajansına katılmasıyla başlıyor. 
Marija ve Kristina. 
Biri fiziksel engelli, diğeri cesur ama kırılgan. 
İkisi de güzellik, başarı ve kabul görmek uğruna bedenlerini bir projeye dönüştürmeye başlıyor. 
Ama bu proje, hayal değil—bir tür içsel yıkım.

Ajansın vaatleri, çocukların bedenlerini bir vitrine çeviriyor. 
Poz vermek, incelmek, dikkat çekmek… 
Bunlar artık oyun değil. 
Bunlar, çocukluğun yerini alan birer görev.

Ve sonra o sahne geliyor. 
Kristina, zayıf kalmak için dark web’den edindiği bir tenya kapsülünü yutuyor. 
Canlı, bedenin içinde büyüyor. 
O artık sadece bir çocuk değil—bedeninde yaşayan bir tehdide ev sahipliği yapan biri.

Film boyunca şu temalar öne çıkıyor:

- Bedenin metalaşması
- Çocuklukta toksik ilişkiler
- Toplumsal güzellik baskısı
- Aile eksikliği ve yalnızlık
- Hayal kurmanın bir tür sömürüye dönüşmesi

Yönetmen, bu karanlık anlatıya mutlu bir son yazmış olabilir. 
Ama biz, hayatın çoğunlukla mutlu sonla bitmediğini gayet iyi biliyoruz. 
Çünkü gerçeklik, senaryoya sığmaz. 
Ve çoğu zaman, perdeler kapanırken acı hâlâ sahnede kalır.

                 


Bir film izledik. 
Ama sahneler, sinema perdesinden çıkıp hayatın içine sızdı. 
Çünkü Toxic, sadece bir hikâye değil—bir sistemin aynası. 
Ve bu sistem, dünyanın neresinde olursak olalım aynı şekilde işliyor.

Çocuklar, bedenleriyle hayal kurmaya zorlanıyor. 
Model ajansları, sosyal medya, reklamlar… 
Hepsi, çocukluğu bir vitrine çeviriyor. 
Güzellik, incelik, dikkat çekme—bunlar artık birer görev. 
Ve bu görev, bedenin sınırlarını tanımıyor.

Dark web gibi dijital yeraltı dünyaları, bu sömürünün en karanlık yüzü. 
Orada, çocuklara “zayıflık”, “kontrol”, “başarı” vaatleri sunuluyor. 
Ama bu vaatlerin bedeli, bedenin içinden ödeniyor. 
Tenya sahnesi, belki kurmaca. 
Ama yeme bozuklukları, beden algısı bozuklukları, kendine zarar verme eğilimleri—hepsi gerçek.

Kapitalist sistem, gelişmiş ya da az gelişmiş ülke ayırt etmiyor. 
Bir çocuk Litvanya’da tenya yutarken, başka bir çocuk Hindistan’da tekstil atölyesinde çalışıyor. 
Bir genç Amerika’da sosyal medya baskısıyla bedeninden nefret ederken, başka biri Türkiye’de güzellik yarışmasına hazırlanıyor. 
Coğrafya değişiyor ama sömürü biçimi aynı kalıyor.

Ve biz, bu sistemin içinde hayal kurmaya zorlanırken, aslında içimizde bir şeyler eksiliyor. 
Çünkü bu sadece bir film değil. 
Bu, bizim hikâyemiz. 
Ve çoğu zaman, bu hikâyenin yazarı biz değiliz.

                 

     
Yeminle karnıma ağrı girdi. 
Tenya sahnesi geldiğinde, bedenim tepki verdi. 
Çünkü bu sahne, sadece bir kurmaca değil—bir çağrışım. 
Bedenin içinden büyüyen bir tehdit, dışarıdan değil içeriden gelen bir sömürü.

Ben, anlatıya sadece zihnimle değil, bedenimle bağ kuruyorum. 
Bir sahne beni sarsınca, midemde bir düğüm oluşuyor. 
Bir karakter acı çekince, omuzlarımda bir ağırlık hissediyorum. 
Ve bu film, beni içten içe çökertti.

Çünkü ben biliyorum: 
Zayıflık uğruna kendini yok etme arzusu, sadece bir karakterin hikâyesi değil. 
Bu, toplumun bize dayattığı güzellik normlarının, başarı takıntısının, beden kontrolü saplantısının bir sonucu. 
Ve bu saplantı, çocuklara bile bulaşmış durumda.

Yakın zamanda, sosyal medya fenomeni Nihal Candan, anoreksiya nervoza nedeniyle hayatını kaybetti. 
25 kilonun altına düşmüştü. 
Yeme davranışı, beden algısı, sosyal baskı… Hepsi onu içten içe tüketti. 
Ve biz, onun hikâyesini sadece bir “haber” olarak değil—bir sistemin kurbanı olarak okumalıyız. 
Çünkü o da sadece bir kurbandı. 
Tıpkı Kristina gibi. 
Tıpkı bu sistemin içinde görünmeyen binlerce beden gibi.

Benim için bu sahne, sadece bir mide bulantısı değil—bir tür kültürel yas. 
Çocukluğun, oyunların, hayallerin sömürüye dönüşmesine duyulan bir yas. 
Ve bu yas, sadece izleyerek geçmiyor. 
Yazarak, konuşarak, anlatıya dönüştürerek direniyorum.

Belki bu yazı, o ağrının bir yankısı. 
Belki bu kelimeler, içimde büyüyen tehdide karşı bir tür panzehir. 
Çünkü anlatmak, bazen iyileştirmekten daha güçlüdür.

                  


Anlatıyla Direnmek;

Bu yazı, bir filmle başladı. 
Ama bir sistemle, bir acıyla, bir bedenle devam etti. 
Çünkü Toxic, sadece bir kurmaca değil—bir çağrıydı. 
Ve ben, bu çağrıyı duyduğumda, bedenimin tepkisini ta içimde hissettim.

Dünyanın neresinde olursak olalım, kapitalist sistemin dayattığı gerçeklik aynı. 
Gelişmiş ya da az gelişmiş ülke fark etmiyor. 
Sömürü, bedenin sınırlarını tanımıyor. 
Çocuklar, kadınlar, işçiler… 
Hepsi birer vitrin, birer proje, birer hedef haline getiriliyor.

Ama biz susmak zorunda değiliz. 
Anlatmak, bir tür direniştir. 
Yazmak, bir tür iyileşme. 
Ve bu yazı, o ağrının içinden doğdu.

Kristina’nın tenya sahnesi, Nihal Candan’ın anoreksiya nedeniyle ölümü, çocukların bedenleriyle hayal kurmaya zorlanması… 
Bunlar sadece olaylar değil—bir sistemin yankıları. 
Ve ben, bu yankıya kendi sesimi ekliyorum.

Çünkü anlatmak, sadece bir ifade biçimi değil—bir varoluş biçimi. 
Ve bu yazı, o varoluşun bir parçası.



26 Aralık 2024 Perşembe

Hayal Gücünün Sınırlarında: Miro ve 20.Yüzyıl Sanatı

 


Arkas Sanat Merkezinde 6 Eylül 2024 – 9 Şubat 2025 tarihleri arasında, 20. yüzyıl sanatının en ikonik figürlerinden biri olan Joan Miró’nun eserlerini sergileneceğini öğrendiğim zaman çok sevinmiştim. Çünkü Joan Miro' nun eserlerini ilk gördüğümde onun sürrealist akımın etkisi altında kalarak ortaya koyduğu renk ve rüya alemi beni büyülemişti. Onun hayal gücüne dayalı eserleri, insanın iç dünyasına farklı bir pencere açıp insanın kendisini  rüyaların, düşlerin ve sembollerin zengin dünyasınında hissetmesine neden olur. Bu sebeple bu sergi beni çok heyecanlandırdı ve bu sergiyi nihayet gezebilme imkanı buldum.


Sergi beklediğimden öte daha da beni içine çekti. Çünkü sergide sadece tablolarını değil aynı zamanda heykellerini,dokuma eserlerini de görebilme imkanına sahip oldum. Seçkide Sobreteixims ve Yanık Tuvaller serileri gibi, sanatçının sanat tarihine iz bırakmış eserleri de yer alıyordu.   Gerçekten sergi çok güzeldi. Şimdiye kadar İnternet ortamında görmediğim eserleriyle karşılaşmak beni oldukça heyecanlandırdı.  Sergiyi izlerken düşünmeden edemedim Neredeyse tüm eserler  öylesine ruhuma dokunuyordu ki  modern sanatların görsel sanatlardaki izdüşümü  beni içine alabiliyordu.Sergiyi izlerken aynı yüzyıla  denk gelen müzisyenlerin müziklerini düşündüm. Müzikal seçimlerimle görsel sanatlardaki seçimlerim arasında  dağlar kadar fark vardı. Müzikte neredeyse Barok dönemde asılı kalmışken  görsel sanatlarda Joan Miro gibi sürrealist ,modern, hatta Dadaist izler hoşuma gidiyor. Haksızlık etmeyeyim  Joan Miro ile aynı döneme denk gelen müzisyen Erik Satie de sevdiğim müzisyenler arasındadır ama  yine de bu anlamdaki seçimlerim oldukça farklı.Yine de sergiyi gezerken aklıma gelen müzisyen Erik Satie dir.


Eric Satie, gerçekten de Miró'nun sanatının o dönemdeki müzikal bir yansıması gibi düşünebileceğimiz bir isim. Satie'nin minimalist ve ironik tarzı, Miró'nun renkli ve hayal gücü dolu dünyasıyla güzel bir tezat oluşturuyodu. 20. yüzyılın atonal ve melodisiz yapısı, birçok kişi için meydan okuyucu ve zaman zaman rahatsız edici olabilir. Müzik, doğrudan duygusal bir tepki uyandırdığından, bazı modern parçaların karmaşıklığı ve yenilikçiliği, daha tanıdık ve harmonik melodilere alışık olanlara zor gelebilir.


Miró'nun sanatı ile 20. yüzyıl müziği arasındaki bu farkı irdelemek, sanatsal zevklerimizin ne kadar çeşitli ve kişisel olabileceğini göstermekte. Belki de bu iki farklı sanat dalındaki seçimleriniz, sanata nasıl yaklaştığınız ve ondan ne beklediğinizle ilgilidir. Miró'nun özgür ve yaratıcı anlatımları, belki de Satie'nin müzikal ironisiyle daha iyi örtüşüyordur.

 

Müzik ve görsel sanatlar arasındaki ilişki oldukça karmaşık ve bireysel. Bu her iki alanda da yapılan seçimler kişisel zevnleri, kültürel arka planı ve yaşanmışlıkları  aynı zamanda anlık ruh durumunu içinde barındırabiliyor. Müzikte, görsel sanatlarda insan duygularının ifade ediş biçimi olarak ele alınsa bile  seçimlerde farklılıklar oldukça şaşırtıcı. İster istemez kendi düşüncelerimdeki bu farklılığı masaya yatırdım. 

 

Öncelikle müzik ve görsel sanatlar arasında  direk bir koşutluk olmak zorunda mı?


Bu sorunun yanıtı çok kolaydı. Eğer böyle bir koşutluk olsaydı klasik müzik dinleyicileri ya da uygulayıcıları bana kızabilir ama  klasik müzikte modern 20. yüzyıl müziğine hiç ısınamadığımı itiraf edebilirim.  Klasik müziğin var olduğu andan itibaren bir burjuva müziği olduğu bir gerçek. Ve klasik batı müziği halktan oldukça kopuk bir seyir izlemiştir. Aynı zamanda Klasik Batı Müziğinin modernleşmesi görsel sanatlara göre daha karmaşık ve katmanlı bir  yapıya sahip olmasından dolayı çok kolay olmamıştır.  Görsel sanatlarda bir esere baktığınızda  daha soyut ve kişisel bir hikaye oluşturabilirken  müzikte daha doğrudan bir iletişim vardır. Ve bu iletişim herkese aynı şekilde ulaşmaz. Klasik Batı Müziği geleneksel yapıları kırarak  yeni arayışlara girdiğinden  kişinin beklentileri üzerine fazla kafa yormaz.  


Her dönemin nesnel koşulları öncelikle felsefi yönde filizlenirken bu düşüncelerin sanata yansıması öncelikle görsel sanatlar, edebiyat gibi alanlarda yol alırken en son müzikte odaklanır. Edebiyat ve görsel sanatlar  toplumda ve siyasal koşulların eleştirisini  ve bunun estetik bir yapıya dönüşmesini sağlarken Klasik Batı Müziğinde  bu eleştirel potansiyel  çok daha sınırlıdır.  Bu da ister istemez Klasik batı Müziğinin halktan kopuk yapısı içerisinde küçük bir azınlığa hitap etmesiyle son bulur. Belki de Klasik Batı Müziğinin ticari kaygısı  müzisyenler de eleştirel duruşu arka plana atıyor olabilir. Doğal olarak Klasik Batı Müziği toplumsal değişimle pek fazla ilgilenmez.


Yine de müziğin kendisine haksızlık etmek istemem. Klasik Batı Müziği dışında  toplumsal sorunlara,politik durumlara , kişisel deneyimler daha doğrudan  ve etkili bir şekilde değinerek  eleştirel  duruş sergileyen bir çok müzik türü vardır. Punk ya da Rock bunların başında gelebilir. Neden Klasik Batı Müziği bu türler gibi karşı koyuşu ortaya koyamıyor.?


Bir kaç cümlede bunun nedenini ortaya koymuş olsam bile  kuşkusuz başka nedenlerden de kısaca söz etmek gerekiyor. Örneğin Klasik Batı Müziğinin çok uzun yıllardır süregelen ve gelenekselleşmiş form yapısı  buna engel olabilir. Ama en önemlisi kuşkusuz  Klasik müziğin hedef kitlesinin elit ve bir kısım  kişiye hitap ediyor olmasıdır. Geniş kitlelere ulaşmak çok daha farklı bir sınıf bilinciyle doğru orantılıdır.


En büyük hayalim Klasik Batı Müziğinde geniş kitlelere ulaşabilecek güce sahip olmasıdır. sadece bestecilerin kişisel duruşuna  değil  yaşadığı topluma  görevini yapabilecek güce erişmesidir. Aksi takdirde Klasik Batı Müziği  salt eğitim müziği olmaktan başka bir yerde olamayacaktır.