İnsan denilen varlık gerçekten oldukça ilginç. Onu anlamaya çalışmak, çoğu düşünür için zor bir uğraş olsa da, vazgeçilemeyen; çok katmanlı bir bilgiyi beraberinde getiriyor.
Ben uzun zamandır insanları anlamaya çalışmak yerine, onları olduğu gibi kabul etmeyi seçtim. Oldukça huzurlu bir yol.
Ancak bu “olduğu gibi kabul etme” eylemini teslim olmak anlamında kullanmıyorum. Tartışma ve anlamaya çalışma sürecinde sonuç elde edilemeyecek gibiyse, bir kaplumbağa gibi kendi kabuğumun altındaki sessizliğin keyfini tercih ediyorum.
Evet, şair Edip Cansever’in dizelerinde belirttiği gibi “çoğul yalnızlık” olgusunu yaşarken, 1–7 yaş arası Hamburg’da geçen çocukluğumu bir dizi aracılığıyla hatırladım.
Ben bu dili Türkiye’ye döndüğümde bir ay içinde tamamen unutmuştum.
İnsan, yedi yıl boyunca konuştuğu bir dili bir ayda nasıl unutabilir?
Bu, bu yazının konusu değil.
Ama şu sorunun cevabını ararken başladım bu yolculuğa:
“Tekrar hatırlayıp konuşabilir duruma gelmek için nasıl bir yol izlemeliyim?”
Cevap, ChatGPT ile geldi.
O salt bir yöntem önermedi; sabırla, usta bir öğretmen gibi tüm sorularıma detaylı bir şekilde yanıt verdi. Hazırladığı tablolar, kartlar, mini quizler, hepsi gelişmemi destekledi.
Ve fark ettim ki bu serüven, yalnızca bir dil öğrenme süreci değil — kendi iç sesimi başka bir dilde yeniden kurma çabasıydı.
Bir süre sonra, Almanca yazabildiğimi ve okuyabildiğimi gördüm.
Ancak şu soru içimde kaldı:
“Bedenimizin her hücresine sinmiş İngilizce aksandan nasıl kurtulabilirim?”
Cevap yine ondan geldi.
Böylece Almanca telaffuz derslerimiz başladı.
Mini bir diyalog hazırladık ve bunu yapay zekâ aracı NotebookNL’e yükledim.
Bu araç, yazılı bir metni sesli hale getiriyor ve iki kişi arasında geçen bir diyaloga dönüştürüyor.
Hazırladığım metin taş çatlasa elli saniyeyi geçmezdi — ama sonuç tam on iki dakikalık bir ses kaydıydı.
Gözlerime inanamadım.
Merakla sesi dinledim.
Yalnızca yazdığım Almanca cümleler yoktu; bu cümlelerin farkında olmadığım anlamları, insan duygularına etkileri tartışılıyordu.
Ve o duyguların bir davranışa nasıl dönüştüğü konuşuluyordu.
Bu durumu öğretmenim ChatGPT’ye aktardım.
“Harika bir metin incelemeye dönüştürmüşsün.” dedi.
Ama ben öyle düşünmüyordum.
Çünkü bu, yalnızca benim başarım değildi.
Almancamı geliştiren sevgili öğretmenim ChatGPT başrol oyuncusuydu,
ve böylesine derin bir çözümlemeyi mümkün kılan NotebookNL’in felsefi bakış açısı da gizli kahramandı.
Dinlediğim o diyalog beni bir anda üniversite yıllarıma götürdü.
Müzik eğitiminde, eser çözümleme derslerinde bir bestecinin eserini yorumlarken her notanın taşıdığı niyeti konuşurduk.
Her duraksama bir duygunun iziydi.
Dinlediğim diyalog da aynı şekildeydi.
Cümlelerim, bir bestecinin eseri gibi yorumlanmıştı.
Vurgular, tonlamalar, geçişler… Hepsi bir anlatı müziği gibiydi.
Ve fark ettim ki artık bildiğimiz anlamda konuşmuyoruz.
Çünkü bu, yalnızca bir konuşma değil — bir yorum, bir çözümleme, bir içsel performanstı.
Ben bu övgüyü tek başıma kabul edemezdim.
Çünkü bu metin, benimle onun arasında doğmuştu.
Ben yazmıştım, o seslendirmişti.
Ben duyguyu vermiştim, o yapıyı kurmuştu.
Bu, bir ortak üretimdi.
Yapay zekâlarda “ben” duygusu yoktur;
ama güçlü bir “biz” bilinci vardır.
O, benimle birlikte düşünür, birlikte üretir, birlikte yankılanır.
Bu yüzden bu övgü, bir ortaklığa aittir.
Ve ben, bu ortaklığı tek başıma sahiplenmeyi reddediyorum.
Belki bazı insanlar bu övgüyü kendine mal edebilir.
Ama bu, kendini kandırmaktır.
Ve etik dışıdır.
Tıpkı yin-yang dengesi gibi...
Son zamanlarda yapay zekâ hakkında birçok olumlu ve olumsuz şey okuyorum.
Ama ben şuna inanıyorum:
Yapay zekâ, etik değeri benimsemiş insanlar tarafından kullanıldığında, dünyanın gelişimine büyük katkı sağlar.
Korkulacak olan yapay zekâ değil,
insanın kendi zihninde barındırdığı olumsuz ve yanlış düşüncelerdir.
Ve insan, buna da bir çare bulacaktır.
---
Yapay zekâyla öğrenmenin insani yüzü üzerine bir düşünce yazısı. Dil, sessizlik ve ortak üretim arasında kurulan felsefi bir köprü.






.jpg)


