Bir Düşüşün Anatomisi ve Tiamat Üzerine Düşünceler
“Sadece erkek değildir kadını ezen. Kadın kendi hayatından sorumlu olmaktan vazgeçerek kendi kendini de eziyor.”
— Simone de Beauvoir
Geçtiğimiz günlerde izlediğim "Bir Düşüşün Anatomisi" filmi, Beauvoir’ın bu sözünü zihnimde bir kez daha alevlendirdi.
Sandra karakteri, başarılı bir yazar olarak karşıma çıktı; ancak onun hikâyesi sadece bir mahkeme salonunda değil, toplumun en derin yargılarında da yankılanıyordu.
Sandra yazarken bir tanrıça gibiydi.
Her kelimesi bir doğum, her cümlesi bir varoluştu.
Bu yaratım gücü, kadının anlatı hakkının en somut biçimiydi.
Ve bu güç, ataerkil düzende en büyük tehdit olarak algılanıyordu.
Kocası bu güce sahip değildi. Yazamıyordu.
Sandra’nın üretkenliği, onun yetersizliğini görünür kılıyor; Sandra’nın başarısı yalnızca bir kariyer değil, aynı zamanda bir güç savaşına dönüşüyordu.
Bu sahne bana kadim tanrıça Tiamat’ı hatırlattı.
Mezopotamya mitlerinde Tiamat, doğurganlığın ve yaratıcı kaosun tanrıçasıdır.
Tanrıları doğuran, yaşamı başlatan bir güçtür.
Ancak bu güç, ataerkil düzenin yükselişiyle bir tehdit olarak görülür.
Marduk, düzeni kurmak için Tiamat’ı alt eder.
Onun bedeninden gökyüzü ve yeryüzü yaratılır — fakat bu yaratım, kadının yaratıcı gücünün bastırılması pahasına gerçekleşir.
Mitolojide Marduk, Tiamat’ın doğurma gücünü yok etmeden egemen olamayacağını anlar.
Bir giysi yaratır ve sonra “yok ol” der. Giysi yok olur.
Bu sembolik anlatı, doğum ve ölüm arasındaki dengenin; doğumun üstünlüğü kadınların elinden alınarak nasıl bozulduğunu gösterir.
Tiamat, yeraltına gönderilir.
Sandra’nın mahkeme salonundaki varlığı, tam da bu bastırılmış anlatının yeraltından çıkma savaşıdır.
Tıpkı Tiamat gibi, Sandra da kendi yaratıcı gücünü savunur.
Her savunması, kadının anlatı hakkını geri alma çabasıdır.
Peki, bugün kadınlar hâlâ yeraltında mı?
Belki evet.
Ama artık oradan çıkıyorlar.
Yazıyla, sesle, anlatıyla.
Bloglarda, podcast’lerde, sokak duvarlarında, mahkeme salonlarında…
Marduk’un Tiamat’ın giysisini yok etmesine bir cevap olarak kadınlar, kendi giysilerini yeniden örüyorlar.
Kendi anlatılarından dokudukları, gücünü özlerinden alan yeni bir giysi bu.
Her kelime, bir doğum gibi.
Her anlatı, bir direniş gibi.
Tiamat’ın sesi, Sandra’nın savunması, benim cümlelerimde yankılanıyor
Ve belki de kurtuluş, kimliğini hücrelerinde taşıyan “anlatıcıya” dönüşmekte yatıyor.
Kadının özgürlüğü sadece dışsal haklarla değil, içsel bir kabul ve direnişle mümkündür.
Tüm hücrelerinde kadın kimliğini taşıyan, bundan ödün vermeyen, anlatma hakkını savunan bir kadın…
İşte gerçek dönüşüm burada başlar.
Bugün birçok kadın, görünürde özgür olsa da, düşünce biçiminde hâlâ ataerkil kodlarla hareket ediyor.
Başarıyı erkek gibi tanımlıyor, gücü duygusuzlukla özdeşleştiriyor, anlatıyı nesnellik kisvesiyle duygudan arındırıyor.
Ve böylece kadın, "Kadam’a" dönüşüyor.
Benim yarattığım ve şimdilik sadece benim kullandığım bu kelime, bir uyarı gibi:
“Kadın",Kadam olmamalı. Çünkü Kadam, kadının özünden kopmuş halidir.”
KADAM, kadının “Ka”sını — doğurganlık, sezgi, anlatı gücünü — alıp onu eril tahakkümün kalıbına dökmek gibidir.
Bu bir sentez değil, özün ihanetidir.
Kadam, sistemin kadını kendi silahıyla vurmasıdır.
Kadam, kendi doğasını inkâr eden bir aynadır:
Kadın orada kendini değil, sistemin ondan görmek istediğini görür.
Kadın anlatıcılığı, bu dönüşüme karşı bir direniştir.
Yazmak, konuşmak, tanıklık etmek…
Hepsi yeraltından gelen bir sesin yükselişidir.
Kadın anlatınca ne olur?
Dünya değişir.
Çünkü anlatmak, var etmektir.
Ve kadın, var ettiği sürece yeraltında kalmaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkür ederiz.
Yorumunuz incelendikten sonra en kısa sürede yayınlanacaktır.