14 Ekim 2011 Cuma

Yaşamın Toz Bulutunda Sessiz Türkülerimiz



Yaşamın Toz Bulutunda Sessiz Türkülerimiz

Çocukluğumun ilk yedi yılı Almanya'nın Hamburg şehrinde geçti. Kuzey Buz Denizinin kenarında soğuk bir bölge...

Kar'ı incitmezdi insanı ama... O dönemlerde bile teknolojinin nimetleri kullanılarak sizin için bir olumsuzluk oluşturmazdı, ne ara sokaklar, ne caddeler...

Çocukluğumuzun o beyaz günlerinde o bembeyaz örtüyü parklarda yakalayabilirdik.Doyasıya debelenirdik o örtünün arasında.Nasıl da güzeldi ince ipek gibi bir yumuşaklığın arasında kaybolmak...

Çocukluğumla ilgili olarak hatırladığım nice anılar vardır. Her iki dili de çok güzel konuşurduk ama niyese bizi yabancı sansınlar diye abimle aramızda kendimizin uydurduğu bir dil konuşurduk. Biz de bilmezdik ne dediğimizi.Her iki dilde öylesine bizimle bütünleşmişti ki "ben burdayım! sizlerden biri değilim "in mesajını farkında olmadan verme mesajıydı uydurduğumuz o dil.

Sizlerden biri değilim.....Peki kimim ben?

Hiç bir politik yapısı olmayan, hatta bunların bile farkında olmayan iki küçük çocuk doğup büyüdüğü bir yerde dahi nasıl olurda bu isyana hazırlar kendini?

Çalışmak için geldiği yabancı bir ülkede kendisini sadece işine adayan babam mı öğretti bu düşünceyi?

Hayır!

Tüm hayatı sadece iki çocuğu üzerine kurulu, şefkatini ve sevgisini asla üzerimizden ayırmayan annem mi öğretti yoksa?

Hayır!

Yaşadığımız zorluklar mı dersiniz?

Kısmen!....

Yolda bizleri durdurup onca maviliğin arasında kara gözlerimize bakıp sevgi sözcükleri yağdırırken Almanlar farkında olmadan "siz başkasınız "mantığını barındırmadı mı sanıyorsunuz?

Çocuk yaşımızda hiç görmediğimiz ülkemizin güneşini, denizini bizlere anlatırken yabancılar, Kuzey Buz Denizinin karanlık sularının senin olmadığını biliyorsundur artık.

Yediğin donmuş balığın yerine kendi ülkende mis gibi başka balıkların kokusunu hiç bilmeden duyumsamayı öğrenebiliyorsun minicikken.

Zorunlu olarak kendine ait olmayan bir yerde olmanın zorluğu kelimelerle anlatılacak gibi değildir.Bunu anlatmaya çalışanların başarılı olmasını hiç kimse benim kadar isteyemez açıkcası.

Çünkü bilmek istiyorum;

Asalara kı guleriyde fazlop, hamaşa ki yaf... ne demek?


Sanem Uçar 30.03.2009

Çocukken yaşadığınız yerin size ait olmadığını öğrenme mekanizmalarınız düşündüğümüzden çok daha fazladır aslında.Ve ister istemez zorunlu olarak nefes almak zorunda kaldığınız bu size ait olmayan yere karşı çocuk dünyanızda kurduğunuz kendinizi koruma , savunma mekanizmaları traji komik durumu da içinde barındırır.


Kendinizi en emin ve korunaklı yer olarak gördüğünüz annenizin kara gözlerinde nemden ışıltılar parlarken canınızın yandığı zaman gözyaşlarının aktığını bilen siz için öylesine anlamsızdır ki bu parıltılar

Birileri canını yakıyordur, kim ne için?

Çocukluğun o soru dolu dünyasında cevapsız kalan sorularla iç sesinizle konuşmaya başlamayı görün....

Cevapsız kalan sorularınızın cevaplarını minicik dünyanızda kendi kendinize vermeye başlarken ilk öğrendiğiniz duygulardan bir taneside yalnızlık oluyor kuşkusuz.Tek kişilik monologlarınızda soruları soran da sizsiniz yanıtlayanda.

Susmayı da öğreniyorsunuz doğal olarak. Konuşmaya bile gerek duymuyorsunuz artık çünkü.Ancak size soru sorulduğu zaman verdiğiniz yanıtlar var ve bu yanıtlar hiç bilmediğiniz kişiler tarafından not ediliyor, yine anlamıyorsunuz, ama artık umrunuzda değil hiç bir şey....

Normal çocuk davranışları göstermediğiniz fark ediliyor yetkili büyükleriniz tarafından ve acilen aileniz çağrılıyor.

O çok sevdiğiniz varlığın kara gözleri biraz daha büyümüş bir şekilde konuşmaya çalışıyor yetkili büyüklerle .Ama Almanca bilmediğinden ister istemez o küçük çocuk çağrılıyor ve tercumanlık yapıyor annesiyle yetkili büyükler arasında.

Anne ben normal değilmişim!

O ne demek kızım, nasıl normal olmazsın.

Annem diyor ki nasıl normal olmazmışım?!

Yok anne, manyak değilmişim, konuşmuyormuşum!

Niye konuşmuyorsun kızım, konuş sende...

Annem diyor ki konuş!!!!

Bu arada annemin kara gözlerinden yaşlar ha aktı ha akacak. Öylesine kızıyorum ki o yetişkin büyüklere yine canını yaktılar annemin....

Ve bu olayın arkasından uzun sürecek bir zaman içersinde üzerimde bir sürü deneyler yapılarak ana okulundan ilkokula başlamama karar veriyor yetkili büyüklerimiz , özel bir izin alarak.

Almanya da ilkokula başladığımda beş yaşındaydım ve garip bir şekilde nasıl olduğunu bende bilmiyorum hem Almanca hem Türkçe okuyup yazabiliyordum ve bana dev gibi gelen mavi gözlü çocukların arasında kayboluyordum....


Titus Andronicus 02.04.2009

Bir çocuk gözüyle böylesine kısa bir yazı da yabancı ellerde hissedilebilenleri böylesine anlatabilmek ayrı bir beceri olsa gerek. Çok uzun zamandan beri benzer koşullarda yaşamış biri olarak hem gülümsetti beni yazdıklarınız hemde hüzünlendirdi . Anlatacak daha çok şeyiniz olduğundan eminim.Az çok tahmin edebilsem de cümlelerinizi okumak keyif verici olacaktır.




Sanem Uçar 04.04.2009

Şu tat alma duyumuz var ya, üzerinde sayfalar dolusu şeyler yazılabileceğim şeylerin başında gelir.Bence yaşama dair en güzel duyularımızdan bir tanesidir. Tat alma duyumuzun ve bu anlamda seçimlerimizin alışılmış gelenek ve göreneklerle ilişkisi düşündüğümüzden çok fazladır.

Çocuk yaşımda bir çok anlamda kendi kendime kararlar almama sebep olan kişilerden bir tanesi de o zamanlar henüz 50 li yaşlarında olan ev sahibimiz Ladevikti.

İkinci dünya savaşının tüm olumsuzluğu üzerinden geçmiş buna rağmen hayatta kalabilmeyi başarabilmiş kişilerdendi. O küçük yaşlarda evin içinde içine hiç bir şey giymeden siyah kombenezonla dolaşmasını anlayamazdım. Yada hiç dışarı çıkmamasını.

Odasına adım attığınız andan itibaren çok sevdiği onlarca kedi ve köpeğin yaşadığı minicik bir mekanda önce koku alma duyunuz size itiraz ederdi.

"Hemen bu odadan dışarı çık!!!!!!!"

Çıkamazdık. Garip bir şekilde, sanki efsunlaşmış biri gibi oturduğumuz yerden bir milim bile kıpırdamadan Ladevik i izlerdik.Çoğunlukla da ben....

Kendi kendine konuşurdu çoğunlukla ve odasının bir köşesinde fotoğrafı olan Hitler e bir şeyler söyler ve sonrada "tuuuuu" diye fotoğrafa tükürürdü.

Orada olmak zorunda kaldığımız anlarda sadece abim mutlu olurdu açıkcası. Çünkü erkek olmanın doğasından gelen bir güdüyle o çökmüş ve yaşayıp yaşamadığı bile belli olmayan Ladevik in kombenezonun altındakileri görebilmek için yere düşürdüğü şeyleri almak için eğildiğinde kafası hep yukarılara doğru kayardı yerden....

Anlamazdım tabii abimin neden sürekli olarak böyle sakarlık yaptığını ve için için kızardım abime.

"Manyak mı bu ne? sürekli bir şey düşürüyor."

Ortak tatlar vardır ama bilirsiniz hiç bir kültürün ret etmeyeceği bence büyüleyici bir tat...

Çikolata!!!!

O anlamsız kokuların arasında Ladevik in bizlere verdiği çikolataları yerken burnumdan nefes almamaya çalışarak yediğim çikolataları hatırlıyorum.

Kokuyu hissettiğimde tat değişiyordu, bu sebeple burnumdan nefes almadan çikolatayı yemeyi öğrenmiştim kendi kendime.

Ama birgün, "size çok özel bir şey yaptım" dedi gülerek.

Ne yapmış olabileceğini merak eden gözlerle Ladevik in sofrayı hazırlamasını izlerken onlarca kedi ve köpeğin arasında bizlere sunulan bir yemeği hiç unutamayacağım.

Balık yağda kızartılmış ve sonra şerbetin içine atılmıştı.

Yiyiyip yememe konusunda inanamayacağınız gelgitler yaşarken önünüze konulan bu şeyin annenizin yaptıklarına hiç benzemediğini bilmenizden midir bilmiyorum ret ediyordu beyin.

Yiyemezsin!!!!!!

Evinden sokağa hiç çıkmayan tüm ihtiyaçları arkadaşları ve zaman zaman da bizler tarafından sağlanan bu kadından korkardım.

Gözlerinizden yaş gelerek beyninizin ve doğal olarak tat alma duyunuzun ret ettiği bir şeyi yediniz mi?

Tüm dileğim bu duyguyu yaşamamış olmanızdır.


Titus Andronicus 20.04.2009

İki arada bir dere kalmak deyiminin en güzel örneği yaşanılır bana göre gurbet ellerde. Gerçi çocuksan çoğu şeyi anlayamayabilirsin ama duydukların vardır en azından.

O duydukların derki;

Sabret, gelip geçecek her şey, yine kendi topraklarımıza gideceğiz.

Sizin de yazdığınız gibi size o dönemler çok yabancı gelen kelimelerin anlamını anlamaya çalışırken, aslında hiç bir şeyin değişmediğini de görürsünüz ilerleyen zaman içersinde.

Kendi toprağınız artık ayaklarınızın yere değdiği yerdir.Ama her zaman kulağınıza çarpan o duyduklarınız sizi gerçek anlamda dost edinememeye doğru yönlendirirken yalnızlığı en çabuk öğrenensinizdir.ÇOk doğru ifade etmişsiniz.

Yine de bir yere ait olma isteğinizin ağır bastığı durumlarda çocukların dünyasındaki en acımasız kurallarla geçecek bir çocukluk yaşamınızda ne denli çok hakarete maruz kaldığınızı sonradan çok daha iyi anlayacaksınızdır.



Sanem Uçar 20.04.2009

Burada Zülfü Livaneli yi anlatmaya çalışırken yazdıklarınız yine ister istemez bir şekilde Zülfü'yü hatırlatmaya devam ediyor bana.

Yazdıklarınızı anlayabilecek gibi hissediyorum kendimi.Çünkü ilk çocukluk yaşamının yedi yılını gurbet elde tamamlamış biri olarak sizi anlamama olası değil.Hele psikologların söylemiyle karakter yedi yaşına kadar belirlenirken bu koşullarda oluşan karakterlerimizin sancılı olmasını normal karşılamalı diyorum artık.

Çok eskiden, sürekli olarak "neden ben böyleyim? "sorusunu kendime sorduğum çok olmuştur.Bir şekilde vaz geçtim sonradan:)

Şimdi;

Zülfü Liivaneli'ye göre de bizlerin kökeninde bir göçebelik var.Ve bu göçebelik ister istemez bizlerde bir takın alışkanlıklar kazandırmış durumda.

Mesela diyor ki;

"Biz Türklerin telefon ve adres defterleri karman çormandır.
Çok kullanıldığı için yıpranır, sayfaların kenarları kıvrılır, fihrist bölümleri kopar, bazı sayfalar dikişlerinden kurtulup sökülür.
Kargacık burgacık yazılarla doldurduğumuz adres ve telefon bölümleri çiziklerle doludur.
Adresler çizilerek iptal edilir, telefon numaraları da aynı akibete uğrar. Dolu olduğu için bir satır alta yeni adres ve
telefonlar yazılamaz. Sayfaların sonuna gidilir.
Oraya yazılan telefonlar bir takım ok işaretleriyle epey yukarıdaki isme bağlanmaya çalışılır.
Kısacası bir süre sonra karman çorman adres ve telefon defteriyle kalakalırız.


Bunun sebebi göçebeliktir.
Ruhlarımız göçebedir bizim.
Orta Asya’dan küçük atlara binerek yola çıkan atalarımız gibi biz de tedirgin ruhlarımızla oradan oraya dolaşır dururuz.
Sık sık ev, hatta ülke değiştiririz.
Telefon numaralarımız durmadan değişir.
Yabancı ülkelerdeki dostlarınızın telefonunu bir kez yazarsınız, ölene kadar değişmez o numara! Türkiye’de böyle
bir örneği arasanız da bulamazsınız.
Hayatınızda ne çok telefon numarası ve ne çok adresiniz oldu düşünsenize…"

İtiraz edemeyiz değil mi bu düşünceye?. Devam ediyor;

"Dostluklarımız da göçebeliğin hışmına uğramıştır.
Bu ülkede herkes kavga eder, birbirini çekiştirir, başkasının iyiliğini istemez ve en ufak bir tartışmada herşeyi yıkıp devirir.
Dostluğu, narin bir çiçek gibi özenle, ihtimamla bakıp büyütme bilinmez buralarda.
Herkesin kafasının bir yerinde ‘Bana ne?’ tepkisi vardır. ‘Ekmeğimi o mu veriyor? Bana ne yapabilir ki?’böylece milarlarca
küçük kavgadan doğan bir büyük cehennemde yaşarız.
Çünkü dostluk, yerleşiklik ister.
Bir yere kuşaklar boyu yerleşmiş insanlar dostluğun altın değerinde olduğunu bilir.
Çünkü yüzlerce yıl kendi ailesi de orada olacaktır, komşusunun ailesi de.
İyi geçinmeleri şarttır.
Ama göçebe, yolda rastladığı adamla iyi geçinmek zorunda değildir ki! Nasıl olsa geçip gideceklerdir oradan."

Sizin anlatmaya çalıştığınız biraz ötesinde bir düşünüş. Ama bir de bu ruh halimiz varken çocuk dünyamızda yaşadığımız kabul edilmeme olgusuyla birleştiğinde ortaya çıkacak olan kimlik gerçekten sıradan olmamalıdır.

İnsanın içinde fırtınalar eserken özellikle ret edilme eylemi sanıldığından daha çok yaralar insanı. Haklısınız..

İşte bu sebeple de bizler o zamanlar farkında bile olmadan daha çok çalışmak, daha az hata yapmak, daha iyi düşünmek eylemlerini kendiliğimizden geliştirdik.

Sonuç; daima tartışılacak düzeydedir:)


Yol Hikayeleri Bitmeyen Ülke...

“Göç”; Üç harften oluşan kısa bir kelime. Anlamı "Bir yerden başka bir yere taşınmak" gibi basitleştirilse de, insan hayatı için son derece karmaşık, aynı zamanda cesaret ve kararlılık isteyen bir olgu.




Oysaki yazılışı kadar kısa bir anlam barındırmıyor içinde ya da yazılışı kadar kısa bir süreç basit bir kelime değildir göç…

Arada kalmışlığın adıdır göç! Bir yersizlik, yurtsuzluk hikâyesinin ana fikri... Bir başkalaşmanın adı... Bavullara büyük hatıraları, yitik hayalleri, ufalanmış umutları tıkıştırıp yollara düşme eylemi... Seni sen yapan topraktan, minerallerden, müzikten, havadan kopma durumu şu ya da bu sebeple... Başka yazılar görüp, başka sesler duymak...

Göçün imgesi o sancılı yol süresidir bana göre... O gözyaşıyla sulanmış tren rayları, lacivert denizlerdir... Çünkü mekânsızlığın, aidiyetsizliğin adıdır göç!


Coğrafi ve çevresel faktörlerin değişmesinin yanı sıra, başta, göç eden bireylerin yaşamlarında ve ruhsal yapılarında başlayan, daha sonra göçten önce yaşadıkları ve göçten sonra yaşayacakları toplumlarda belki de tarif edilemeyecek, derin izler bırakan bir hadisedir göç olgusu.



Hayatın hep bir köşesinde olacak yol hikâyesi... Uzaklardan bir ses, bir melodi duyulduğunda, bir tat alındığında ya da; çocuklar gibi heyecanlanmak... İnsafsızca koparılmak yeşerdiğin daldan... Bir hiç uğruna tüm birikimini arda savurmak; savrulmak!!

Bir hiç uğruna savrulmak. Tarihi süreci içinde birçok nedenleri vardır göçün ama bana göre ele alınması gereken zorunlu göçle topraklarından koparılmanın öyküsü ve başkalaşımlarında yaşanan tarifsizlik olmalıdır. İstemeden topraklarınızdan koparılmanın sancısı, aideitsizlik ve beraberinde gelen ötekileştirme.

Bu yüzden önce göçün tanımı üzerinde duralım diyoruz. Göç nedir ve imgesi nedir? Tabii göçmen kuşları unutmamak gerek imgeler içinde göçü tanımlarken değil mi? Keşke insan göçleri de göçmen kuşların göçü kadar masum olabilseydi….


Multimedia





Sanem Uçar 16.03.2009

Neden hep hüzün kokar türkülerimiz?...




pan 17.03.2009

sanırım konuyu biraz duygusal yönüyle ele almak amacındasınız.. ama benim kamu yönetimci damarım tuttu:) göç ve kentleşme bu ülkenin geleceğini belirleyen ve 21.yy da türkiyenin tüm dinamiklerine etki eden bir olgu.. bahsettiğim şey kırsaldan büyük şehirlere olan göç.. bu süreç gerek itici kırsal sebepler(terör, işsizlik, baskı, topraksızlık ve son haddede umutsuzluk..) ve kentin çekici özellikleri(iş imkanları, sağlık imkanları, yeni bir umut...) sonucu yoğun bir göç yaşanmakta kırsaldan kente... ve bu göç hareketliliği sonucu kentlerin dış kesimlerinde kentten kopuk "gecekondu" olarak adlandırılan ve kendi kültürüne sahip kente asimile olmayan kırsalda ki yaşam tarzına benzeyen ama ondanda farklı bir yaşam şekli oluşturan ve kentin nimetlerindende yararlanamayan bir kesim oluşmakta son 10 yıllardır.. bu "gecekondu" halkının oluşturduğu kültüre "arabesk kültür" denmekte.. ve gerek ulusal seçimlerde gerek toplumsal kültürdeki yozlaşmada büyük paylara sahip bu "arabesk" akım...



Sanem Uçar 17.03.2009

Ya süpersin ne diyeyim:)
Tabikii yerden göğe haklısın,dediğin gibi;göç bu ülkenin geleceğini belirleyen 21. yüzyılda Türkiye nin tüm dinamiklerini etkileyen bir olgu. Nasıl buna hayır denilir , yada ret edilir?

Peki sevgili kamu yöneticim, geçtim kendi adıma duygusallığı...

Böylesine doğru bir sosyolojik ve ekonomik gerçek varken kimin ve neden körüklediğini çok iyi bildiğimiz sistem, yani kapitalizm bu rolüne devam edecekken, hiç bir şekilde yok olmasına izin vermeyecekken kaybedeceklerimizi konuşmak adına göç olgusunun duygusal boyutuna dönsek ne dersin?

Çünkü insanoğlu, bilimsel gerçekliğin tadından çok ağzında kalan limonun ekşiliğine daha çok kafayı takar diye düşünüyorum.

Bu ekşi tatlar arasında asıl yok edilmesi gerekeni de masaya yatırabilirmiyiz dersin?



pan 19.03.2009

sanırım burda kapitalizmin son aşaması olan "küreselleşme"nin çift taraflı duruşunu da ele almak gerekli... yani bir yandan gerek göçle gerek diğer dayatmalala kültürleri yok eden bir yandan da "kendi kullanabilceği" kültürleri ayrımcı bir çizgide destekleyen bir çiftli sistem..

işin duygusal boyutunu sanırım en iyi anlatan yazarlardan biri yaşar kemaldir... neleri kaybettiğimizi gösterir hep... mesela "bir ada hikayesi" 3lemesinde göç olgusunu her yönüyle işler.. yezidi katliamlarıda vardır rum mübadeleside... doğudan batıya kaçan insanlarda... mübadeleden sonra boşalan ege köylerine yerleşen ve geçmişiyle boğuşan bir adamı anlatır... çok vurucu sahneler vardır kitapta.. dört tarafında geçer ülkenin ve gelip bir adada sıkışır tüm öyküler... göç bazen zorunlu bazense kaçmak içindir bazı şeylerden... aynı zamanda yeni bir başlangıcı anlatır ama aslında hiç bir zaman yeni bir başlangıç mümkün değildir... çünkü göç eden insanlardır yalnızca yaşanmışlıklarsa hep onlarla birliktedir...

yine bence değinilmesi gereken önemli bir isim daha var.. o da memed uzun.. memed uzun madalyonun bizim hiç bilmediğimiz bir yüzünden anlatıyor öykülerini.. yazılmış resmi tarihin dışında kaybedenlerin tarihinden bakıyor olaylara... göç olgusuyla ilgili değinilmesi gereken yine çok önemli bir kitap memed uzunun "diclenin sürgünleri"dir... "diclenin yakarışı" kitabının bir nevi devamı kabul edilebilir... ve iki kitapda hiç sözü edilmemiş zorunlu göçleri ve doğudaki isyanları konu alır.. kahramanımız bir dengbejdir bu sefer.. ve mirinin peşinde tüm anadoluyu ve çevre ülkeleri gezer sürgündedir hep.. ve sürgünün acısını en iyi anlatan kitapdır belkide... özlemeleri farklı bir dünyaya alışma telaşlarını umutsuzluğu.. ve insanların birer birer çoğalan hayal kırıklıklarını serer gözler önüne... kitap yıllardır resmi ideoloji tarafından eğitilmiş bizler için ilk başta çok zorlayıcı gelebilir ama eğer bu duyguyu aşıp salt anlatılanları dinlerseniz yepyeni bir kapı açılacaktır önünüze..




Sanem Uçar 19.03.2009

Şimdi;

Sevgili pan ın kısa gibi gözüken ancak önemli açıklamaları doğrultusunda bir şey söylemek isterim.

Gerçekten göç olgusunu ortaya koymak sanıldığından çok daha zordur.Ortaya sosyolojik gerçekleri koyamazsak askıda kalacak onlarca şey vardır.

Ve bu tartışma, "Güneşi Gördüm " filminden yola çıkarak tartışmaya açılan bir gündemdi. Şimdi sanırım bu filmde güneşi niye göremediğimi ben değil pan çok daha güzel özetlemiş.

Evet haklısın...

İlk anda aklımıza gelen isimleri sıralayıvermişsin.Tabikii Yaşar Kemal bu işin duygusal boyutunu en güzel anlatan kalemlerden bir tanesidir.

Ve tabikii Memed Uzun çok daha farklı bir pencereden bazı gerçekleri yine son derece güzel bir şekilde önümüze sunar.

Böylesine sanat anlamında değerlerimiz varken, ve elimizdekiler varken, güneşi görememekten şikayet etmekte haklı gibi gözüküyorum.

Ama bence can alıcı noktayı şu cümlesiyle koymuş pan;

"göç eden insanlardır yalnızca, yaşanmışlıklarsa hep onlarla birliktedir..."

Sonuna kadar katıldığım ve çok iyi bildiğim tek gerçek!

Teşekkürler pan.




pan 26.03.2009

sanırım göç denilince iki tarafı var bunun biri gitmek diğeri ise kalmak...
elif şafakın "bit palas"ında güzel bir anektod vardı bununla ilgili...
gidemeyenlerden olmanın en kötü yanı "gidememek" değil, "kalamamaktır" aslında...
yine benzer paralelde bireysel göçlerimiz için
başkaları gibi olmak için deği, kendi gibi olmamak için...
ikiside güzel alıntılar...
sanırım her gidişde ki göç de buna dahil asıl canı yananlar gidenlerden çok kalanlar oluyor...

çok büyük çelişkiler ve yalnızlıkla yüz yüze.. gidenin peşinden gitmekle kalmak-kalamamak arası sürekli askıda kalmak... sanırım burda gidenlerin yeni başlangıçlarının getirdiği ufak da olsa olan o umut bile yok.. yani kalmak her zaman gitmekten zor bence...



Sanem Uçar 27.03.2009

Alıştıklarımızdan bir şekilde kopma noktasına geldiysek fiziksel olarak "gitmek" ileriye doğru bir adım olduğundan dolayı ister istemez yeni başlangıçları da içine alacağından, "kalandan" çok daha iyi konumdadır bu açıdan bakarsak.

Hangi anlamda olursa olsun göç olgusu yaşanırken insanın " unutabilme " özelliği devreye gireceğinden, yaraların en azından kabuk bağlaması yaşamın devamını sağlar.

Eğer unutabilme özelliğimiz olmasaydı, hiç bir şeye dayanabileceğimizi sanmıyorum.

İnsanoğlu var olduğu andan itibaren bir şekilde ilk öğrendiği melodi bu sebeple ağıtlardır.Belkide ağlamamızda bu sebepledir dünyaya gelirken.

"Doğarken ağladı insan, bu son olsun, bu son! "derken Cem Karaca söylediğine inanabiliyor muydu acaba?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz için teşekkür ederiz.

Yorumunuz incelendikten sonra en kısa sürede yayınlanacaktır.